Yevgeni Zamyatin’in Biz adlı romanının son sayfasını kapattığını hayal et.
Bireysellik yok edilmiştir, “Tek Devlet” mutlak güçtür, hayat cam duvarların ardında yaşanır.
Umut yoktur, yalnızca matematiksel bir kesinlik vardır.
Peki o hâlde neden bu deneyim — bu boğucu, kasvetli ve umutsuz anlatı — bize tuhaf bir tatmin duygusu verir?
Neden 1984’ün umutsuzluğunu, Cesur Yeni Dünya’nın yapay mutluluğunu, Damızlık Kızın Öyküsü’nün acımasız teokrasisini özleriz?
Bu, modern edebiyatın en büyük paradokslarından biridir.
İnsanın psikolojisi acıdan kaçmaya, hazza yönelmeye programlıyken, neden gönüllü olarak geleceğin en karanlık yansımalarına dalarız?
Cevap, basit bir “heyecan arayışı”nın çok ötesindedir.
Distopyaya olan bu çekim, en temel varoluşsal kaygılarımız, kontrol arzularımız ve içinde yaşadığımız dünyaya yönelik eleştirilerimizle örülmüş karmaşık bir psikolojik oyundur.
Çekimin Psikolojisi – Kontrol Edilmiş Bir Cehennemin Vaadi
Distopik kurgu bizi kötü hissettirdiği için değil, o kötülüğü güvenli bir mesafeden deneyimlememizi sağladığı için severiz.
Bu, psikolojide “kontrollü katarsis” denen şeyin edebi karşılığıdır.
1. Varoluşsal Kaygıya Terapi (Güvenli Simülasyon)
Günümüz dünyası belirsizliklerle dolu: ekolojik krizler, teknolojik gözetim, politik kutuplaşma, ekonomik istikrarsızlık…
Bu kaygılar soyut, dağınık ve bunaltıcıdır.
Distopya, bu soyut kaygılara somut “canavarlar” verir:
totaliter bir rejim (Büyük Birader), çökmüş bir ekosistem (Metro 2033), kontrolden çıkan teknoloji (Black Mirror).
Bir distopya okuduğumuzda aslında gerçek korkularımızla bir simülasyon içinde yüzleşiriz.
Kitabı kapattığımızda “kabustan uyanırız.”
Bu “korkuyla yüzleşme ve hayatta kalma” döngüsü bize geçici bir kontrol ve rahatlama hissi verir.
Korkularımızı ehlileştirmiş oluruz.
2. Entelektüel Tatmin (Sistemi Görme Ayrıcalığı)
Çoğu distopya “uyanmış” bir kahramanın gözünden anlatılır.
Hikâyedeki kitle — “proleterler” ya da “epsilons” — genellikle körleşmiş, uyuşturulmuş ya da sistemin yalanlarını kabullenmiştir.
Okur olarak biz bu cehaletin bir parçası değilizdir.
Kahramanla birlikte sistemin nasıl işlediğini, propagandanın nasıl çalıştığını ve neden isyanın gerekli olduğunu biliriz.
Bu büyük bir entelektüel tatmin sağlar.
“Ben kandırılmıyorum, gerçeği görüyorum” hissi, zekâmızı ve eleştirel düşüncemizi onaylar.
Distopya okumak bir bulmacayı çözmek gibidir; parçaları birleştirir, resmi gördüğümüzde kendimizi zeki hissederiz.
Tehlikenin Anatomisi – Neden Endişelenmeliyiz?
Fakat bu madalyonun karanlık bir yüzü de vardır.
George Orwell’in 1984 için söylediği gibi distopyaların asıl amacı “bu yaşanmasın diye yazılmış bir uyarıdır.”
Peki ya bu “uyarılar” bizi uyandırmak yerine uyutuyorsa?
1. Duyarsızlaşma ve Distopya Yorgunluğu
İnsan psikolojisi sürekli maruz kaldığı uyarana alışır.
Black Mirror’ın ilk bölümü bizi şok eder.
Onuncu bölüm ise “ilginç bir senaryo”dan öteye gitmez.
Sürekli totaliter rejimleri, ekolojik felaketleri ve teknolojik kabusları izlemek “distopya yorgunluğu” yaratır.
Gerçek dünyada özgürlüklerimize yönelik küçük bir ihlali gördüğümüzde (örneğin yeni bir veri takip yasası), tepkimiz azalır.
Kurguda çok daha kötüsünü gördüğümüz için, “En azından Büyük Birader gibi değil,” deriz.
Uyarı etkisini yitirir, arka plan gürültüsüne dönüşür.
2. Çöküşün Estetikleştirilmesi (Pasif Tüketim)
En büyük tehlike budur:
Distopya artık bir eleştiri aracı değil, bir estetik tarz hâline gelir.
Bugün “post-apokaliptik” ya da “siberpunk” estetik bir moda trendidir.
Çöküşün kendisi “görsel olarak havalı” bir temaya dönüşmüştür.
Blade Runner’ın neon yağmurlu sokakları ya da sisteme karşı tek başına direnen karakterin silueti, politik bir mesajdan çok bir görsel zevke indirgenmiştir.
Bu noktada distopya pasif bir “seyirlik” olur.
Tüketiriz ama harekete geçmeyiz.
Kurgusal bir faşizme öfkelenmek, gerçek dünyadaki adaletsizliklere karşı eyleme geçmekten çok daha kolay ve risksizdir.
Distopya, eleştirel düşüncemizin eyleme dönüşmesini engelleyen bir “tampon”a dönüşür.
Distopyalara olan ilgimiz, hâlâ “uyanık” olduğumuzun, dünyayı sorguladığımızın işaretidir.
Bu hikâyeler toplumumuzun ateşini ölçen termometrelerdir.
Ancak tehlike, termometreye bakıp ateşi düşürmek için hiçbir şey yapmamaktadır.
Aldığımız haz, “tehlikeyi fark ettim” diyebilen bilinçli bir zekânın hazzı mı,
yoksa “Neyse ki bu sadece bir hikâye” diyerek uyuşmuş bir rahatlamanın konforu mu?
Eğer bir distopyayı bitirdiğinde sadece “karanlık ama tatmin edici” bir his kalıyorsa,
o zaman Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’da uyardığı tuzağa düşmüşüz demektir:
Kendini eğlenceyle uyuşturan, eleştirmeyi bırakan bir toplum.
Bir distopik eseri bitirdiğinde kendine şu soruyu sor:
Bu kitap beni uyandırdı mı, yoksa derin bir uykuya dalmam için bana kâbuslu bir ninni mi söyledi?
Peki sen ne düşünüyorsun?
Bu hikâyeler bizi uyandırıyor mu, yoksa pasif birer seyirciye mi dönüştürüyor?
Seni en çok sarsan distopik eser?
Yorumlar
Yorum Gönder